21 Mar İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ
Tarihin Tanığı
Osmanlı İmparatorluğu’nun kapladığı geniş alanı getirmeye çalışın gözünüzün önüne; Balkanlardan Afrika’ya, Anadolu’dan Afganistan’a kadar muazzam bir alandan, birbirinden farklı onlarca uygarlıktan toplanmış bir milyondan fazla eser… 19. yüzyılın sonlarında ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından imparatorluk müzesi (Müze-i Hümayun) olarak kurulmuş yapı ana bina ve ek binalar olmak üzere üç yapı grubundan oluşuyor.
Dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan ve triptik (üç bölümlü) bir yapıya sahip İstanbul Arkeoloji Müzeleri ‘ne 1992 senesinde Avrupa Konseyi tarafından “Yılın Müzesi” ünvanı layık görüldü. Üç bölümü oluşturan binaların bizzat kendileri bile birer sanat şaheseri kabul edilen müzede özellikle Çinili Köşk Fatih Sultan Mehmed’in padişahlığı döneminden kalan birkaç yapıdan biri olması sebebiyle çok büyük tarihi bir önem taşıyor.
Bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın bir parçası olan alanda kurulu İstanbul Arkeoloji Müzeleri (pazartesi günleri kapalı) aslında her biri birbirinden farklı yapıda, birbirinden bağımsız üç binadan oluşmakta. İçlerinde en büyük olanı 1881 senesinde müzenin kurulması sorumluluğunu da üstlenen Osman Hamdi Bey’in inşa ettirdiği ve Arkeoloji Müzesi olarak adlandırılan revaklı bina. Sol tarafta kalan binada Osmanlı İmparatorluğu topraklarında bulunan objelerin sergilendiği Eski Şark Eserleri Müzesi yer almakta. Üçüncü bina, Çinili Köşk ise 1472 senesinde Fatih Sultan Mehmed için ve onun görkemine yakışır bir tarzda inşa edilmiş; sadece barındırdığı muhteşem seramik koleksiyonu için değil kendi iç dekorasyonu için bile ziyaret edilmeye değer.
Müzenin bahçesinde yer alan kafe nadiren açık. Arkeoloji Müzesi’nin içindeki oldukça küçük kafede sunulan çeşitler pek de tatminkar olmadığından, yiyecek ve içeceklerinizi kendiniz getirmek isteyebilirsiniz.
Arkeoloji Müzesi
Osman Hamdi Bey’in kafasındaki müzecilik fikri, 1846 yılından beri örnekleri önce Aya İrini’de sonra Çinili Köşk’te görülen rastgele, alelacele düzenlenmiş müzecilik anlayışı değilmiş. Bunu çok iyi anlayan Levanten mimar Alexandre Vallaury 1891 senesinde şu anda kullanılan büyük binayı yapmakla görevlendirildiği zaman, içeride de sergilenen “Ağlayan Kadınlar Lahiti” eserini kendisine model olarak almış.
Günümüz Lübnan’ındaki Sidon nekropolünden (ölü şehir) 1887 yılında Osman Hamdi Bey tarafından çıkartılan sakrofaj (eski Mısır’da ölüleri koymak için kullanılan lahit) koleksiyonunun sergilendiği müzenin doğu kanadı, tek başına bile ziyaretçilerini etkilemeye yeten bir bölüm. Bazıları, Yunanlılar için yapılmış olmasına rağmen devasa Mısır sakrofajlarını andırıyorlar. Bunların arasında Helenistik mezar sanatlarını yansıtanlar en ilginç olanları. İçlerinde -pek de doğru olmayan bir şekilde- İskender Sarkofajı olarak adlandırılan muhteşem lahitin aslında, daha az tanınan ve M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender’in oraya varışında Sidon tahtına getirilen Kral Abdalonymos için yapıldığı düşünülmekte.
Sakrofajların yanlarına kazılmış yüksek kabartmalarda M.Ö. 333 yılında çıplak veya yarı çıplak Makedonyalıların başındaki İssus’un daha donanımlı olmalarına rağmen askeri açıdan başarılı olmayan Perslerle yaptığı savaş resmedilmiş. Bu oymaların iki milenyumdan daha fazla zaman önce kendi yerlerinde ve bir çocuğun boya kutusu kadar cıvıl cıvıl renkli olduğunu düşündüğünüzde güzellikleri daha da bir anlam kazanıyor; hemen yan tarafta yer alan çizimler ise bu amaçla yani gerçekte nasıl göründüklerini hayal edebilmeniz amacıyla asılmışlar.
Tarihi M.Ö. 5. yüzyıla dayanan Satrap Sarkofajı, adı bilinmeyen ama panter avlamaya meraklı olan ve yaşamı iki tarafta betimlenmiş bir Satrap (Pers Valisi) için yapılmış. Son olarak da M.Ö. 5. yüzyıl sonlarında yapılan olağanüstü Lycian Sarkofajı’ndan bahsedelim; sahibinin adı bilinmemekle beraber Rodin’i anımsatan oymaların tasvirlerine bakılırsa coşkulu av sahnelerinden hoşlanan biri için yapılmış lahit. Adını Likya mezarlarını hatırlatmasından dolayı almış ama dizaynı bu sarkofajın vatanının Eski Yunan olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kapağın sonunda yer alan mitolojik ejderhalar, Playboy dergisinin orta sayfasından fırlamış gibi duruyor.
Müzenin batı kanadı Anadolu’daki belli başlı arkeolojik mekanlardan toparlanmış Greko-Romen heykelleri barındırıyor. Aralarında en dikkat çekici olanı, sakallı ve boynuzlu, elinde başının yerinde bir boşluk olan arslanı bacaklarından tutan, ürkütücü ve devasa Tanrı Bes heykeli. Bazıları heykelin çeşme amaçlı yapıldığına da inanır. Diğer önemli heykeller arasında her ikisi de Bergama’da bulunan Büyük İskender ve Hermafrodit heykellerini sayabiliriz.
Doğu kanadına dönmek için ilk kata giden merdivenleri bulun. Koridordaki küçük sergide ise Osman Hamdi Bey’in hayatı Kuruçeşme ve Eskihisar’daki evleri ile Nemrut Dağı, Lagina ve Sidon’da kendisinin önderlik ettiği kazılarının fotoğrafları kullanılarak anlatılmış.
Birinci katta II. yüzyıla ait Adana’da bulunan harika bir bronz Hadrian heykeli, ikinci katta ise Schliemann’ın Troya’dan çıkardığı büyüleyici bulgular ve Yazılıkaya’da ele geçen, Gordion ve Hititlerden kalma taş işçiliği örnekleri var. Üçüncü kat Osmanlı dönemindeki Ortadoğudan toplanan ve aralarında Kıbrıs’tan elde edilenlerle, Palmira’dan bazı figüratif mezar taşları ve Baalbek’den boğa kafası oymalarının da yer aldığı geniş bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor.
Zemin katın arka tarafında küçük bir çocuk müzesi bulunuyor. İçinde, gençlerin tırmanabileceği ve böylece de içinde Yunan askerlerinin beklediği hediyenin Troyalılar tarafından şehre alınmasından doğan feci sonuçları daha iyi anlayabileceği büyüklükteki Troya Atı görülmeye değer. Sultanahmet’teki Four Seasons Oteli’n zemininden ve Marmaray projesi kapsamında yapılan kazılarda Üsküdar ve Yenikapı’dan çıkarılan bulguların saklandığı oda da bu bölümde bulunuyor; sadece Ortaçağ limanından çıkartılan teknelerin resimleri bile giriş ücretini ödemeye değer.
Son olarak, İstanbul’da bu işe özel ilgi duyanların asla kaçırmak istemeyecekleri odaları anlatalım; odalarda Trakya ve Bithynia’nın etrafındaki yerleşim alanlarında ele geçirilen ve aralarında Bakırköy’de bulunan sarkofajlar ile Yeşilköy’de bulunan yeraltı mezarlarının da olduğu bulgular sergileniyor. Gelenlerin hemen dikkatini çekmiyor belki ama burası ayrıca şehirdeki Bizans kiliselerinden alınan objeleri de bulabileceğiniz bir yer; bunların arasına Karagümrük’teki St. Mercurius Kilisesi’nden (şimdinin Odalar Camii) alınan, Ortaçağın son dönemlerinde yapılmış freskler de bulunuyor. 1987 yılında bulunan ve M.Ö. 5. ve 4. yüzyılların antik Kalkhedon’una ait (şimdinin Kadıköy’ü) yegane bulgular olan sarkofajlar da bu bölümde ziyaretçilerin ilgisine sunuluyor.
Eski Şark Eserleri Müzesi
Bir zamanlar Ortadoğu’nun Osmanlı İmparatorluğu toprakları olduğu düşünülürse, burada sergilenen ve özellikle Tigris (Dicle nehrinin antik çağlardaki adı) ile Euphrates (Fırat nehrinin antik çağlardaki adı) nehirleri arasında yer alan stratejik önemdeki Mezopotamya’dan toplanan muhteşem bulgulardan oluşan bir koleksiyonu görmek pek de şaşırtıcı gelmez ziyaretçilere. Burası hakkında bir fikir vermek için söyleyelim; gördüyseniz eğer Biritish Museum’un minyatür versiyonunu düşünün. Akadlılar dilinde yazılmış kil tablet, belki de sergideki en önemli parça olarak kabul edilebilir; orijinali gümüş üzerine yazılmış Kadeş Antlaşması’nın bir kopyası. Antlaşma, M.Ö. 1283 yılında savaşan Hititler ve Mısırlar arasındaki barışı sağlamış ve aynı zamanda günümüz modern anlaşmalarından aşina olduğumuz esirlere nasıl davranılacağı gibi konuları da açıklığa kavuşturmuş. Şu anda Irak topraklarında olan bir zamanların Babilon’undaki İştar Kapısı’nı dekore etmek için kullanılan seramik duvar karoları ise görsel olarak daha cazip gelir ziyaretçilere. Türk kültürüne özel ilgi duyan yabancı turistlerin ülkedeki en önemli Hitit yerleşim alanlarından olan Hattutaş’ta ele geçirilen ve bir kralı fırtınalar tanrısı Tarhunza’ya dua ederken gösteren oyma eserleri görmeden bu bölümden ayrılmadıklarını da belirtelim.
Çinili Köşk
İstanbul’un sahip olduğu paha biçilmez hazinelerden biri olan bu muhteşem küçük köşk, 1472 yılında Fatih Sultan Mehmed için aslında sadece cirit müsabakalarını izlemesi amacıyla yaptırılmış. Dış yüzeyinin rengarenk çinilerle süslenmiş olması Persler’in etkisini (günümüz İran’ı) açıkça göstermekte. Kemer daha sonra eklenmiş ve tarihi sadece 18. yüzyıla dayanıyor.
Köşk, Selçuklular zamanından, Kütayha ve Çanakkale ürünlerinin moda olduğu 18. ve 19. yüzyıla kadar bir dönemi kapsayan dönemin çinileri ve seramiklerinden oluşan bir koleksiyonu son derece başarılı bir şekilde sergiliyor, ancak serginin tartışmasız en önemli parçaları İznik çinilerinin revaçta olduğu 15. ve 16. yüzyıl eserleri. Özellikle bir zamanlar Konya’daki Kurabad Sarayı’nı süsleyen yıldız şeklindeki çinileri ve Karaman’daki İbrahim Bey İmareti’nden getirilen 15. yüzyıl yapımı harikulade mihrabı mutlaka görün. Görmeden müzeden ayrılmamanızı önereceğimiz diğer eserler arasında ise döneminde Cerrahpaşa’daki Haseki Hürrem Sultan Medresesi’ni süslemekte kullanılmış muhteşem 16. yüzyıl İznik panelleri ve Kadırga’daki Sokollu Mehmet Paşa Camii’nde asılı olan 18. yüzyıl seramik lambalar var.
Ne yaparsanız yapın, köşkün en sonunda solda yer alan ve gece mavisi ile turkuaz çini karoların zaman zaman “altın nakış” olarak isimlendirilen süslemelerle motiflendirildiği odayı ve çok ince bir işçilikle yapılıp duvara yerleştirilmiş enfes çeşmeyi mutlaka görün. Bu çeşmeyi Osman Hamdi Bey’in 1904 senesinde yaptığı “Ab-ı Hayat Çeşmesi” isimli tablosunda da görmek mümkün; bu tablonun bir kopyası da zaten çeşmenin tam karşısına asılmış.