05 Ağu BEYKOZ
DİNGİN BİR İSTANBUL KEŞFİ
Şiirlerin dizelerine, tuvallerin renklerine konuk olmuş, geçmişin semt dokusunu korumak için direnen adreslerden biri Beykoz. Eğer aynı anda hem tarihi hem de doğayı kucaklamaya ihtiyacınız varsa rotanız belli: Beykoz ve Anadolu Kavağı. Temiz havayı ciğerlerinize doldurup, muhteşem manzaraya karşı ruhunuzu dinlendirebilirsiniz. Tabii hem balığın hem de deniz ürünlerinin en tazesini ve lezzetlisini tadabileceğiniz bir adres olduğunu da eklemem gerekir.
Etrafı doğal ormanlarla çevrili Beykoz’a ilk olarak kimin yerleştiği bilinmiyor ama yerleşimi 2 bin 700 yıl geriye götüren tarihçiler var. Semtin bilinen ilk adı Amikos. Yıldırım Bayezid tarafından 1402 yılında alınmasıyla adı “Beylerin Köyü” anlamına gelen Beykoz olarak değiştirilmiş.
Beykoz’un ana meydanı, “İshak Ağa Çeşmesi” ya da diğer adıyla “10 Çeşme” ile tanınır. Faruk Nafiz Çamlıbel, mermerle suyun asırlar aşan birlikteliğini, Kerem’le Aslı’nın dertleşmesine benzetir. Çamlıbel’in “Bir gönül destanıdır” dediği çeşmeyi, ünlü tarihçimiz Semavi Eyice ise “dünyanın sayılı mimari eserlerinden biri” olarak tanımlar. Hatta Türk resminin büyük ismi İbrahim Çallı’nın bu çeşmeyi tuvaline taşıdığı bir tablosu vardır.
Çeşme ilk olarak Kanuni döneminde yapılmış. Zaman içinde geçirdiği birkaç büyük restorasyonun ardından 1. Mahmud döneminde bugünkü haline ve adına kavuşmuş. Hikayesi ise şöyle; çeşme zamanla bakımsızlıktan kullanılamaz hale gelmiş. Beykozluların susuzluk şikayetlerinin saraya ulaşması üzerine, Sultan Mahmud, Sadrazamı Seyid Hasan Paşa’ya çeşmenin yenilenmesi emrini vermiş. O da işi İstanbul Gümrük Dairesinin başında olan İshak Ağa’ya havale etmiş. Çeşmenin onarımı başladıktan bir süre sonra Hasan Paşa sadrazamlık görevinden alınarak Rodos’a sürgün edilmiş. Çeşmenin tamamlanması da İshak Ağa’ya kalmış. Zenginliği ve cömertliği ile bilinen İshak Ağa, gerekli masrafları kendisi karşılayarak çeşmenin tekrar kullanıma girmesini sağlamış. Kitabeye adını yazdırdığı için de o gün bugündür çeşme onun adıyla anılır olmuş. Çeşme sadece mimari değeriyle değil tam tabiriyle “buz gibi” suyuyla da bilinirmiş. Kimi kaynaklarda suyun soğukluğu, “Beykoz ehline yaz gününde mangalı düşündürür” diye tarif edilmiş.
Çeşmenin hemen yanında ise Beykoz Camii yükseliyor. Evliya Çelebi’nin anılarında, yapılış tarihi 16. Yüzyıl olarak geçiyor ama bugünkü hali ilk mimarisinden pek iz taşımıyor. 19. yüzyılda onarımdan geçen cami, ahşap ön cephesi ve yanındaki küçük muvakkithane ile dikkat çekiyor. Arka sokaklarda ise Ermeni Surp Nikoğos ile Rum Ortodoks Aya Paraskevi kiliseleri var.
Eğlence Düşkünü Paşanın Restorana Dönen Köşkü
İstanbul’da adeta bir doğa müzikali izlemek isterseniz, yolunuzu mutlaka Beykoz Korusuna düşürün. Kuşlardan kurulu bir orkestrayı dinleyebilir, sincapların danslarını, ördeklerin suda süzülüşünü ve eğer mevsim baharsa rengarenk kanatlarıyla zarif kelebekleri izleyebilirsiniz… Beykoz Korusu’nun diğer adı Abraham Paşa Korusu. Abraham Paşa, Ermeni bir devlet adamıymış. Kuyumculukla uğraşan bir aileden gelen paşa oldukça zenginmiş. Avlanmaya, eğlenceye ve kumara düşkünlüğü ile bilinen paşa, Beykoz’da yer alan köşkünü de av partileri vermek için yaptırmış. Fransız stili peyzaj ile süslenen bahçesine, o dönemde İstanbul’da bulunmayan ağaç ve bitki türleri getirtmiş. Öyle güzel bir yer kurmuş ki Osmanlı’da empresyonizmin izinden giden ilk ressam olarak bilinen Hoca Ali Rıza tarafından “Beykoz Abraham Paşa Köşkü” tablosu yapılmış. Peyzaj ressamı Hoca Ali Rıza, Osmanlı’da saray bahçeleri dışına çıkıp ilk kez kırlarda, sahillerde resim yapan isim olmuş.
Abraham Paşa’nın izine, İstanbul’daki meşhur mu meşhur binalardan birinde daha rastlarız; o da günümüzde tadilatı devam eden Emek Pasajı. Beyoğlu’nun kalbinde görkemli bir bina olarak yaptırılan pasaj, açılıdığı yıllarda İstanbul’da yaşayan varlıklı yabancılar ve gayrimüslimlerin müdavimi olduğu seçkin bir kulüp olarak hizmet vermiş.
Eğlence ve kumar zaafı nedeniyle çok borçlanan Abraham Paşa, Osmanlı Bankası’ndan yüksek faizli krediler alarak borçlarını ödemeye çalışsa da elindeki mülkleri bu borçlar yüzünden birer birer kaybetmiş. 1937’de büyük bir yangın atlatan adını taşıyan köşk ise neredeyse küle dönmüş. Sonrasında tekrar ayağa kaldırılan köşk, günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restoran olarak işletiliyor. Restoranın yanı sıra Beykoz Korusunda kır kahvesi, spor alanları, yürüyüş yolları bulunuyor. Ailenizle birlikte keyifle zaman geçirmek için koruya gelebilirsiniz. Özellikle çocukların özgürce koşmanın ve temiz havanın tadını çıkarabilecekleri bir adres.
Tapınaktan Türbeye
Yüksekler, çoğunlukla kutsallaştırılmış yerler olarak çıkar karşımıza. Boğazın Çamlıca’dan sonra en yüksek ikinci noktası olan Yuşa Tepesinin tarih kadar eski kutsallığı da belki buradan geliyor. Antik çağdan bugüne sırasıyla önce bir sunağa, ardından Zeus Tapınağına, sonra kiliseye, Osmanlı’da ise mescit ve tekkeye ev sahipliği yapmış. Bugün ise Müslümanların sıkça ziyaret ettiği bir türbe. En büyük önemini ise içindeki 17 metrelik kabirden alıyor. Bu kabrin Hz. Yuşa’ya ait olduğuna inanılıyor. Kesin bir rivayet yok çünkü Hz. Yuşa’nın Antep’te, Bağdat’ta ve Ürdün’de de türbeleri bulunuyor. Kabrin 17 metre uzunluğunda olması ise hem merak hem de hayret uyandırıyor. Hz. Yuşa’ya duyulan derin sevgi ve saygıdan dolayı mezarının büyük yapılmış olabileceği söyleniyor. Bir başka görüş ise kabir manevi bir keşifle bulunduğu için tam yerini belirleyememe endişesiyle büyük tutulmuş olması.
Asırlardır farklı inanışların merkezi olan Yuşa Tepesi’nde, muhteşem kelimesinin hakkını veren bir manzarada, Karadeniz sularını ve Boğaz’ın güzelliğini doya doya izleyebiliyorsunuz. Vaktiyle aynı hayranlığı yaşayan Lord Byron, “Don Juan” adlı eserinde Yuşa Tepesi’nin kendisinde bıraktığı etkiyi kaleme alarak, Boğaz sularını seyretmek için muhteşem bir nokta olduğunu yazmış.
Bizans’tan Miras Yoros Kalesi
Boğaz’ın Asya yakasına inşa edilen Yoros Kalesi’nin adının, Yunanca “dağ” anlamına gelen “oros” tan ya da “iyi rüzgarlar” anlamına gelen “ourios”tan geldiği düşünülüyor. Asırlar içinde birçok onarımdan geçen kalede, Bizans dönemine ait kitabeler bulunuyor. Bu kitabelerden birinde bulunan dört “B” harfinin İmparator 7. Mihael Palaeologos’a (1261-1282) ait olduğu, bu nedenle de kalenin bu dönemde yaptırıldığı veya esaslı bir onarım geçirdiği tahmin ediliyor. Yoros Kalesi, 2. Bayezıd zamanında bir mahalleye dönüşmüş. Kale içine bir cami, çeşme ve hamam yapılmış. Evliya Çelebi’nin anılarında, kale içinde 200 kadar Müslüman hanenin bulunduğu yazıyor. Karadeniz’de Kazak gemileri göründüğünde kale halkı ateş yakıp çevre köyleri haberdar edermiş. Fakat gemilerin burayı boğaz ağzı sanıp karaya oturmaması için geceleri ateş yakmazlarmış. Kalede Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle 2010’da geniş bir kazı çalışması başlatılmıştı. Farklı dönemlere ait çok sayıda eser, bu kazılar ile gün yüzüne çıkarıldı.
Eski Balıkçı Kasabası: Anadolu Kavağı
İstanbul’da tarihle doğanın birleştiği bir gün yaşamak isterseniz, geleceğiniz en doğru adreslerden biri Anadolu Kavağı olur. Bu eski balıkçı kasabasında, harika bir manzarının, tertemiz havanın, taze balıkların ve lezzetli deniz ürünlerinin tadını çıkarabilirsiniz. Bilhassa şehrin koşturmasından yorulanlar için davetkar bir adres. Özellikle havaların soğuduğu şu günlerde, huzur dolu bir dinginliğe sahip. Yaz aylarında ise yerli ve yabancı turistlerin uğrak noktası olduğu için nüfusu 4-5 katına kadar çıkıyor.
Anadolu Kavağı’nın adını bir zamanlar burada yetişen kavak ağaçlarından aldığı düşünülüyor. “Kavak” sözcüğü “kav” kökünden türemiş, “kapamak, tutmak” anlamına geliyor. Karadeniz’in Boğaz’la birleştiği yerde yer alan Anadolu Kavağı’nın isminin buradan gelmesi de muhtemel.
Anadolu Kavağı’na gittiğinizde, 18. Yüzyıldan kalma Cevriye Hatun Çeşmesi’ni, ilk yapımı 1593’e kadar uzanan Midilli Ali Reis Camii’ni ve Marko Paşa Köşkünü görmeyi de ihmal etmeyin. Marko Paşa, Sultan Abdülaziz’in başhekimi. Kızılay’ın kurucularından olan bu Rum doktor, derdini anlatanları dinlemez, dinler gibi yapıp lafı değiştirirmiş. Ondan geriye bugün hala kullanılan, “Anlat derdini Marko Paşa’ya” deyişi kalmış…
Çeşm-i Bülbül’ün Venedik’te başlayan hikayesi
Beykoz, tarihte cam üretimi ve işçiliğiyle anılan bir semt. Özellikle çeşm-i bülbül tekniği diğer cam işleme sanatlarının önüne geçerek günümüze dek ulaşmış. Mavi, yeşil ve kırmızı çizgili cam çubukların erimiş haldeki camın içine yerleştirilmesiyle ortaya çıkan çeşm-i bülbülün hikayesi ise Venedik’te başlamış. 18. Yüzyılda, bir Mevlevi dervişi ve zanaatkar olan Mehmed Dede, 3. Selim tarafından cam işleme sanatını öğrenmesi için Venedik’e gönderilmiş. Döndükten sonra onun uygulamaları, Fethi Ahmed Paşa tarafından geliştirilip yaygınlaştırılmış. Bu sanatın ismi ise üretimin yapıldığı ilk atölyenin şu anda mevcut olmayan Çeşm-i Bülbül Çeşmesi’nin yanında yer almasından geliyor.
Bir zamanlar İncirliköy olarak bilinen Paşabahçe ise adı cam ürünlerle özdeş bir semt. İsmini, 17. yüzyıl ortalarında Deli İbrahim’in sadrazamı Hezarpare Ahmed Paşa’nın burada kendisi için yaptırdığı yalıdan almış. Halk arasında “Paşa Bahçesi” olarak anılmaya başlayan semtte, aynı adı taşıyan meşhur cam fabrikası ise Cumhuriyet’in önemli atılımlarından biri olarak 1934’te kurulmuş. Sonrasında fabrika ile semtin yolları ayrılmış ama çoktan markaya dönmüş olan isim değiştirilmemiş.
Boğaz’ın Üzerine Dünyanın En Geniş Köprüsü
İstanbul’da iki kıtayı birbirine bağlayan ilk köprü, 1973 yılında açılan, Ortaköy – Beylerbeyi arasındaki Boğaziçi Köprüsüydü. 1988 yılında ise bu kez Kavacık – Hisarüstü arasında uzanan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yapıldı. 2016 ise İstanbul tarihine 3. Boğaz köprüsünün açılış yılı olarak eklenecek. Garipçe – Poyrazköy arasında yapımı süren köprünün üzerinden, 8 şeritli karayolu ve 2 şeritli tren yolu geçecek. Genişliği 59 metre olacak bu köprü, açıldığında dünyanın en geniş köprüsü olacak. Ayrıca “üzerinde raylı sistem bulunan dünyanın en uzun asma köprüsü” olma niteliğini de taşıyacak.